SARILAR’DA ÇOCUKLUK YILLARIM – MEHMET KÜÇÜK

SARILAR’DA ÇOCUKLUK YILLARIM – MEHMET KÜÇÜK

Ben ki, 1952 yılında Avanos’un Sarılar köyünde doğdum… Evimiz, köy ’ün orta yerindeki Yeni Cami’den Alaca mevkiine yani batıya doğru gidildiğinde, tozlu topraklı yollardan geçerek, ikinci sokaktan sağa dönüldüğünde soldan ikinci evdi. İki katlı, kefek taştan yapılmış, geniş avlu ve bahçesi olan bir evdi. Evin yan tarafında ahır, samanlık bir de tavuklar için ayrılmış kümesimiz vardı. Evimiz köyün biraz kenarında olduğu için geceleri tilkiler ve kurtlar dadanırdı.
İkinci kattaki odamda, gençliğin verdiği yaz rüyası uykularının o tatlı mahmurluğu ile sabahın erken saatlerinde, beni tarlaya çalışmaya götürmek için, babamın aşağıdan nasıl bağırarak seslendiğini hatırladım:
“Efendiiiiii! Kalk oğlum! Kalk yavrum! Hadi bakayım. Aş da sabahın, iş de sabahın. Herkes tarlanın yolunu tuttu. Biz geç kalıyoruz. Hadi oğlum.” Sonra at ve arabasını hazırlar, beni de terkine alarak araba tekerleklerinin şıngırtılı sesleri ile köyün içinden geçerek tarlaya çalışmaya gittiğimiz günlerdi. Sabah, o saatlerde bütün köylü, ineğini ve koyunlarını çobanlara teslim etmek için yarışa girerlerdi. Çobanlar, tozu dumana katarak yazıda, yabanda, hayvanların memelerine sütlerini doldurarak yine toz duman içinde akşamları evlerine dönerlerdi.
Sarılar köyünde geçirdiğim çocukluk ve yokluk günlerimi ve yoksul insanlarını unutmak mümkün mü? Buram buram mis kokan temiz havasını teneffüs ederek büyüdüğümüz günlerdi…
Kahvehanelerin olmadığı bir dönemdi. Hasan Dede’min köy odası vardı. Çocuklar uzanmasın diye köy odasının köşesine kurduğu pilli, torsan marka radyosundan türküler dinlediğimiz günler… Kalabalık ev sofraları, akrabalık ve komşuluk ilişkileri ne güzeldi.
Yaz akşamlarının loş karanlığında bizi seyreden kayan yıldızların altında arkadaşlarla köşe bucak saklambaç ve sobe oyunu oynadığımız günler aklıma geldi. Gündüzleri top koşturduğumuz, sokaklarında çelik çomak oynadığımız arkadaşlarımı hatırladım.
Baharda arkadaşlarla beraber ucu sivri sopalarla kırlara çiğdem kazmaya gittiğim günler şimdiki gibi gözümün önünde. Dallarından kayısı kopardığım, bağlarından üzüm topladığım, derelerindeki göletlerde serinlediğim günler…
Köy meydanında toplanan sığır ve koyun sürü-sünün peşinden koşarak, farkında olmadan sabahları taze süt içerek beslenmemizi tamamladığımız günler… Kirlendiğimizde Saniye ebemin leğende sıcak suları tepemizden dökerek yıkadığı günler aklıma geldi.
Geçim kaynağı tarım olan bu köyün çalışkan insanları, yaz günlerinin sıcağında, harman hasadını kaldırarak buğdayını ambarına döker, patatesini sökerek çuvallarına doldururlardı. Pancar, turp, havuç, şalgam gibi yiyecekleri bahçede bir kuyu kazarak toprağın altında saklama yöntemiyle kışlık yiyeceklerini karınca misali istif ederlerdi… Üzerinde emekleyerek gezdiği, ateş çıkan toprakları elleriyle kazıyarak yıllık yiyeceğini ambarına doldurmanın keyfini sürerlerdi…
Köylü vatandaş, yol yordam bilmezdi. Ağzında dili olmazdı. İmkânsızlıktan, yoksulluktan okula gidemezdi. Tarlasından, sabanından, çiftinden, çubuğundan başka hayatı ve kültürü de yoktu.
Kışın, metrelerce yağan karla birlikte, üzerine toprak serilmiş damların çatısı akmasın diye karların temizlendiği, kapanan yolların yardımlaşarak nasıl açıldığı aklıma geldi…
Soğuk geçen kış mevsiminde, yufka ekmeği göçmen sobasında kızartarak peynirle dürüm yaptığımız günlerdi. Patatesi sobada közlemenin, Avanos çömleği ile tandırda pişen tereyağlı fasulye yemenin keyfini çıkardığımız günlerdi. Çilekeş analarımızın nasırlı ellerinden yufkalı, yumurtalı dürümlerini, peynirli sıcacık gözlemelerini yiyerek açlığımızı yatıştırdığımız günlerdi… Masal dinleyerek büyüdüğümüz uzun kış geceleriydi…
1967 yılında köyümüz, ilk defa kasaba olup elektrik hizmetlerine kavuştuğunda sevincimizden çocukluk günlerimizin o kıvraklığıyla ateş yakarak sinsin oynadığımızı hatırladım.
Şırıl şırıl akan derelerde, köylü kadınların, kızların türküler söyleyerek ellerinde tokaçlarla kilim yıkadıklarını hatırladım. Durgun akan pınarlarımızdan yüzükoyun uzanarak kana kana içtiğimiz o saf ve berrak sular aklıma geldi. Baharla birlikte, başıboş dumanlı dağlarımızda, kuzuları otlattığımız günleri hatırladım. Temiz havasını kokladığımız, ruhumuzu süsleyen çiçekli yaylalarımızda tıpış tıpış koşturduğumuz günler…
Saatin ve takvimin yaygın olmadığı dönemlerdi. Davul sesi ile uyandığımız ramazan ayında, akşamları iftar açmak için Nevşehir kalesinden top atışıyla görünen ışıkları, damların üzerinden sabırsızlıkla beklediğimiz günlerdi. -Heyyyyyy! Top atıldı! Naraları atarak evlerimize koşuştuğumuz çocukluk günleriydi…
Kasaba’nın gelişmesiyle birlikte şimdi üç tane camisi ve üç minaresi var. Köy ’ün ilk yerleşim yerlerindeki harabeye dönmüş evlerin yıkık bahçe duvarlarının içinden geçerek gittim. Dini bilgilerimizi öğrenmek için gittiğimiz, Salih hocanın falaka’ya kaldırdığı, o küçük minaresiz camiyi seyrettim.
Hemen bu caminin yakınında çocukluğumun geçtiği eski evimizin viraneye dönmüş haline baktım. Geçmişe daldım. Ne günlerdi o günler. Tozlu sokaklarında çelik çomak oynadığımız çocukluğumuzun o kıvrak, o deli günleri…
Alabaş köpeğimizi bağladığımız sikke hala yerinde duruyordu. Evimizi ve koyunlarımızı çok güzel korur ve bekçilik yapardı. Onca hizmetinden sonra bir gün ortalıktan kaybolmuştu. Dedemle tarlada çalışırken yanımıza geldi. Fakat bu kayboluş nedeni, kuduz olmuştu. Salyası akıyordu. Çocukluk bu ya korkumdan hemen sıçrayıp at arabasının üzerine çıktım. Hasan dedem:
“Alabaş! Sen kuduz olmuşsun. Şuradan kimseye zarar vermeden çek git.” Dedi. Hala gözümün önündedir. Hayvan da olsa kendisini besleyen bu insanlara karşı anlamlı ve manalı bakışları arasında gözden kaybolup gittiğini hatırladım.
Kış yaklaşırken leylek sürüleri güneye, sıcak bölgelere göç ederdi. Sürüler halinde köye uğradıklarını, ibiklerinden çıkardıkları lak lak sesleriyle yüksek damların tepelerinde ve kavak ağaçlarındaki yuvalarını hatırladım. Yollarını değiştirmişler ya da gürültüden olsa gerek, artık gelmiyorlarmış.
İlkokul birinci sınıftaki Özkonak’lı öğretmenimiz Bekir Türk Eliçin Bey, biraz cüsseli göbeği olan sevimli bir yapısı vardı. Alfabeyi öğretirken: “Çocuklar “D” harfini benim göbeğim gibi yapacaksınız.” Dediğini dün gibi hatırlıyorum. İlkokulda çocukken yüzümde çiller olduğu için arkadaşlarımın bana çilli oğlan diye seslendikleri aklıma geldi.
Meğer ne kadar uzak kalmışım bu diyarlardan. Baba ocağından ana kucağından. Eş dost akrabalar-dan. Çocukluk arkadaşlarımdan. Kimileri ebediyete göç etmiş. Kimilerine öyle yabancı kalmışım. Değil mi ki; bu dünyada insan dediğimiz Ayşe, Fatma veya Ahmet, Mehmet vatanın bir köşesini yurt edinmiş, karnımızın doyduğu yerleri kutsal saymışız. Kutsal saydığımız vatanın bir köşesin de ebediyete göç etmişiz.
İnsan nereye giderse gitsin, ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar meşhur olursa olsun, çocukluğunun geçtiği yerler kendi gözünde daima kutsal olurmuş. Ne kadar uzaklarda da olsa mezarının doğup büyüdüğü topraklara konulmasını arzularmış.
Ana kokusu, fırından yeni çıkmış taze ekmek kokusu gibidir. Kendimi yaşlanmış anamın, ömrüm boyunca unutamayacağım o nur yüzündeki ifadelerine ve taze ekmek kokulu kucağına bıraktım.
CEMAL’IM adlı hikaye kitabımdan

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ