ZENGİN/ZENGİNLİK/VARSILLIK

ZENGİN/ZENGİNLİK/VARSILLIK

Mehmet Ali Talayhan

Zengin Farsça asıllı bir kelimedir. Türkçe sonrası macerasını Arapça, Bulgarca ve Sırpça ’da yaşamıştır. Malı, parası ve kendisinde mevcut olan birçok şeyin fazlaca miktarına sahip olanlar için kullanılmasına rağmen hayatın hemen her sahasında kullanılmıştır/kullanılmaktadır. Şiirimizde dahi Zengin kâfiye tabiri kullanılmaktadır. Şimdilerde Zengin yerine Varsıl kelimesi ikame edilmiştir. Varsıl kâfiye mi diyeceğiz? Ya da Varsıl toprak mı diyeceğiz? Bunun gibi daha başka sahalarda Zengin kelimesini karşılamayan ve edebi eserlerimizde ve hafızamız olan arşiv evraklarımızdaki Zengin kelimesini çıkarıp yerine Varsıl mı yazacağız? Dilimiz hakkındaki bahisler başka bir mevzû teşkil eder.
Bunların hepsini düşünmesi gerekenlerin insafına terkedildiğimiz gerçeğini bir yana bırakarak asıl mevzûmuza dönelim.
Elde olandan daha fazlasına sahip olma duygusunun giderek vahşileştiği zamanımızda kimilerini meşru olmayan yollardan servet elde etmeye sevk etmiştir. Cemiyet içindeki statüsünü elindeki servet ile mukayese ederek tayin edenler bununla yetinmeyerek daha yukarılara kadar çıkmanın yollarını altta kalanların üstüne çıkmakta bulmuşlardır. Zengin de serveti meşru yollardan elde etmişse servetini korumanın çaresini de düşünmek zorunda kalmıştır.
Tarihin ilk kayıtlarından da anlaşıldığına göre zengin olmak isteği ve bu sayede ölümsüz olmak hep var olmuştur. Sümer medeniyetinin meşhur destan kahramanı Gılgameş zenginliği artınca tanrılardan ölümsüzlük için yardım istemiştir. Gılgameş ölümsüzlüğü ararken arkadaşı Endiku’nun ölümü onu sarsmış ve ölümsüzlük arayışına girmiştir. Gılgameş istediği neticeyi alamamıştır.
Zenginlik peşinde koşmak isteyen tarihi karakterlerden biri de Frig karlı Midas’tır. Midas Tanrıça İda’nın bir Satir’den (Keçi ayaklı, iki boynuzlu, insan başlı yarı tanrı) olma oğludur. Frig tanrıları tasvirinde keçi ayaklı, boynuzlu ve insan başlı olarak düşünülmüştür. Midas, İda’da (Kaz Dağları) oturan Tanrı Dionisos ile arasında anlatılan bir hikâyeye göre; kaybolan bir Satiri bulmuş ve bunu Dionisos’a götürmüştür. Dionisos buna çok sevinmiş ve Midas’ın kendisinden ne dilerse vereceğini söylemiştir. Hırsının esiri olan Midas’da “dokunduğum her şey altın olsun” demiş. Bu dileği kabul edilen Midas neye dokunursa altın olmaya başlamıştı. Dokunduğu her şey altın olan Midas bundan sıkılmaya başlar. Düşüncesizlik yaptığını hırsının esiri olduğunu anlar. Midas Dionisos’a baş vurarak bundan kurtulması için yardım ister. Dionisos’un acıma duygusu kabarır ve Midas’a Sart çayında gidip yıkanmasını söyler. Midas Sart çayında yıkandıktan sonra bu dertten kurtulur. Sart çayının suyunun bu sebepten dolayı altın olduğu söylenir. Midas çok zengin olma hevesi ile dokunduklarını altın olması karşılığında mutlu olamamıştı.
Lidya kralı Krezüs antik çağın bilinen en zenginidir. Zenginliğe çok merak salar. Krezüs mutlu olmak için zengin olmak gerektiği fikrindedir. Bunun içinde tanrılara yalvararak kendisine zenginlik verilmesini ister. Dileği kabul olur ve dünyanın en büyük hazinelerine sahip olur. Zengin olmasına rağmen aradığı mutluluğu bulamaz. Sonuçta acı içinde kıvranarak ölmüş zenginliği kendisine mutluluk vermediği gibi ölmesine sebep olmuştu. Krezüs Karun diye bilinir. Tarihteki ilk metal parayı basan kral olarak da bilinir. Krezüs yani Karun hikâyesi çeşitli milletler tarafından benimsendiği biliniyor. Bu milletlerden biri de Yahudilerdir. Yahudiler Karun’u kendilerine mal etmişlerdir. Tevrat’ta Hz. Musa ile bir hikâyede bahsedilmektedir. Kur’an’da Karun’dan birçok ayette bahsedilmektedir. Kur’an’da Kârûn’un İsrailoğullarından olduğu ve çok zengin olduğu ifade edilmektedir. “Biz ona, anahtarlarını taşımanın güçlü bir topluluğa ağır geleceği hazineler verdik.” Kârûn bana bu servet bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir” der. Hz. Musa’nın mucizelerine inanmaz. Onu yalancılık ve sihirbazlıkla suçlar. Bunun üzerine firavun ve Hâmân gibi helak edilir. Kârûn zenginliği deyimlere ve hatta türkülere bile konu olmuştur. Kul Himmet bir türküsünde Kârûn’dan bahseder. “Kul Himmet üstadım gelse otursa/Hakk’ın kelâmını dile getirse/Dünya benim deyi zapta geçirse/Kârûn kadar malın olsa ne fayda”
Hz. Musa İsrâiloğulları ’na ataları Hz. İbrahim’in cisim ve şekilden münezzeh olan onu ateşten koruyan tek ve biricik Allah’a inanma davetine icabet etmelerini istedi ancak onlar buna icabet etmediler. İsrâiloğulları esarette yaşadıkları dönemlerde somut bir cisme tapmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Hz. Musa otuz gün sürecek ilahi yolculuğa yanında insan şeklinde atına binmiş vaziyette Cebrail ile birlikte çıkınca onları gören Samiri adında biri vardı. Cebrail’in atının ayağının bastığı toprak yeşilleniyordu. Samiri hemen bu yeşillenen topraktan bir avuç alarak sakladı. Samiri bu toprakla daha önce Hz. Musa tarafından yenilgiye uğratılan eski Mısır tanrılarını yeniden diriltmeyi arzu ediyordu. İsrâiloğulları Mısır’dan göç ederlerken yanlarında getirdikleri altınlar vardı. Samiri onlardan bu altınları ateşte eritmeye ikna eder. Samiri sakladığı bir avuç toprağı eritilen madene katarak karıştırır. Bu karışımdan altından bir buzağı heykeli yapar. Altının parlayan yüzü karşısında hayranlıklarını gizlemeyen İsrâiloğulları Hz. Yahya’nın ikazlarına aldırmadılar. Altın buzağıya tanrı diye tapınmaya başladılar. Buzağının arkasından giren rüzgâr ağzından çıktığında garip sesler çıkarıyordu. Altından buzağının bütün marifeti buydu. İsrâiloğulları’nın gözleri zenginlik ve maddeden başka bir şey görmüyordu. Samiri zenginlikten başka bir şey görmeyen gözlere bunun Musa’nın da tanrısı olduğuna onları inandırmıştı. Hz. Musa geri döndüğünde kavmini bıraktığı gibi görmeyince çok şaşırmış önce kardeşi Hz. Yahya’ya hesap sormuş Hz. Yahya “ne yaptımsa engelleyemedim “demişti. Sorumlunun Samiri olduğunu anlayınca ona dönmüş ve sapıklığın sebebini sormuştu. Samiri “ben başkalarının göremediği bir şeyi gördüm. Sana gelen elçinin atının ayak izlerinden aldığım bir avuç toprağı altınla karıştırarak bu buzağıyı yaptım. Nefsime çok güzel göründü. Altın, zenginlik bunlar hoşuma gidiyor” dedi. Hz. Musa cansız nesnelere zenginliğe ihtişama tapmanın yarattığı kötülüğü İsrâiloğulları’nın gönlünden söküp atmak için buzağıyı herkesin gözü önünde söküp parçaladı ve denize attı. Samiri’yi de kavminden uzak bir yere göndererek yalnız bir hayata mahkûm etti.
Emeviler ve Haşimiler arasındaki kavgaların günümüze kadar sirayet eden kavgalarının sebepleri arasında zenginlik var mıydı? Kâbe muhafızı olan Haşim ticaret ve diplomasi dâhisiydi. Kabiliyetini kıskanan ve çekemeyenler arasında Umeyye oğullarından amcası Umeyye de vardı. Umeyye Haşim’i zenginlik ve üstünlüklerinin belirlenmesi için yarışmaya çağırdı. Tayin edilen bir kâhin suretiyle yapılan yarışma sonucunda Haşim kazanır. Münafere denilen bu yarışmada yenilen Umeyye Mekke’den uzak olan Şam’da on yıl zorunlu ikamete tabi tutulurken Haşim’e de elli deve vermek zorunda bırakıldı. Kimin daha çok zengin olduğu tartışmasının boyutları sonucunda aynı kökten gelen amcaoğullarının bu ilk kavgası Şam ve Hicaz toprakları arasında yüzlerce yıl sonra tekrar ortaya çıkacağını kim bilebilirdi? Miladi beşinci yüzyıl ortalarında gerçekleşen bu hadise sonrasında Mekke ve çevresindeki ticari zenginliklerin kimler tarafından kontrol edileceği tartışmaları yaşandı. Tartışmaların sebebi kimin daha şerefli, zengin ve daha soylu olma tartışmaları sadece muhataplarını ilgilendirmemiş sonraki nesillerin hayatlarını da tesir altına almıştır. Haşim 497 yılında Gazze’de vefat etmiş ve orada defnedilmiştir.
Mekke’de yedinci yüzyılın başlarında zenginlerin dışındaki insanlar ihtiyaçlarını karşılamakta zenginlerin merhametine muhtaçtılar. Sömürü düzeni özgürlüklerinin elinden alınmasına vesile olmuştu. Birinin paraya ihtiyacı olduğunda fahiş faizlerle zenginlerden/varsıllardan borç almak zorunda kalıyordu. Borç alanlar genellikle yüksek faiz karşısında borcunu ödeyemezdi. Bunun karşılığında kendisini zenginin kölesi olarak bulurdu. Borcunu ödemek isteyenler ahlak dışı yollara baş vurarak öz kızlarını meşru olmayan yollara teşvik ediyorlardı. Yeni doğan çocuklarını satanlar da olurdu. Bunların yapılması Kâbe’nin mehabetine uygun değildi. Varsıllar/zenginler bütün bunları saygınlık, daha fazla para buna bağlı olarak cemiyet üzerinde hakimiyet kurmak için yapmaktaydılar. Bunu da Kâbe’nin örtüsüne sarılarak yapmaktaydılar. Sonraki zamanlarda yapılanların insanlığa sığmadığını Kâbe’nin huzurunda yapılmasının daha büyük hata olduğunu söyleyen bilge kişi Varaka Bin Nevfel’i bile dinleyen olmadı.
Varsıllıkları giderek artanlar cemiyet nazarından kıymetlerinin daha çok artması için şairlerden istifade etmişlerdir. Karınlarını aş, ceplerini maaş ile doldurdukları şairleri kendilerini öven şiirleri Kâbe duvarına astırarak güç gösterisinde bulunuyorlardı. Övgülerin arkasına sığınanlar kabararak gezerlerken kibir abidesi dönmüş bir heykel gibiydiler.
Servetlerinin artması sayesinde övünmeleri de artardı. Övünmekte sınır tanımayan kabileler birbirleri ile övünme vesilesi olan faaliyetlere sarılıyorlardı. Roma, Yemen veya Pers şehirlerinden şanlarını arttırmak için aşçılarının yaptıkları yemekleriyle övünürlerdi. Şimdiye kadar adı duyulmayan yemekler onların övünç vesilesi olmuştu. Besledikleri şairlerin kendilerini öven şiirleri Kâbe duvarında asılı olarak durması şanlarına şan kattıklarını hissediyor ve rakiplerine nispet ediyorlardı. Yaptıklarından dolayı emsalsiz kimseler olduklarını ifade ediyorlardı. Altın tabaklarda yemek atlas kumaşlardan elbise billur kadehlerden içmek ayrıcalıktı. Çin ipeği ile müzeyyen sarık arkalarında yürüyen Habeşli köleler övünç sermayeleriydi.
Kabile reislerinin serveti ne kadar arttıysa övünmeleri de o kadar arttı. Serveti olmayanların övünç vesilesi insaflı efendinin gölgesinde merhamet dilenmek olurdu. Varsıl/zengin ve yoksul arasındaki uçurum gittikçe artıyordu. Mekke’de daha önce Varaka bin Nevfel’in vaaz sesine alışkın olanların kulak vermedikleri nasihatler şimdi daha ciddi ve güçlü bir sesle duymaya başlamışlardı. Bu ses varlıklı bir ailenin mensubundan çıkıyordu. Arada bir fark vardı. Bu sesin etrafında çoğu varsıl/zengin olmayan hatta kabilesi olmayan yoksullar çoğunluktaydı. Yoksulların rağbet etmeleri varsılları/zenginleri önceleri tedirgin etmedi. Sayılarının gittikçe artması ve itaat etmemeleri üzerine varsıllar/zenginler onlara zulüm yapmaya başladılar. Köleler üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip olan kabile reisleri sözlerinin dinlenmemesine karşı hiddete kapılıyorlardı. Nevfel’in vaazlarına benzemeyen sözler bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkmıyordu. Kabile reislerinin zenginlikleriyle elde ettikleri itibar, şeref, gurur sarsılma tehlikesi geçiriyordu. İtibarlı zenginler yeni söylenen sözlerin karşısında ne yapacaklarını bilemez hale gelmişlerdi. Zenginliğe dayanan itibarın yok olma tehlikesi karşısında tehlikeyi yaratanların ortadan kaldırılması en doğru yol olacaktı. Sonuçta zengin kabile reislerinin ortak çabaları sonuç vermemişti. Hz. Muhammed yol arkadaşlarıyla birlikte yeni bir beldede aydınlatma vazifesini sürdürürken, eski zenginlerin varlıkları da kısa zaman sonra sona erdi. İhtiraslarını zenginlikleriyle destekleyenlerin sonu geldi mi? Elbette hayır ama farklı bir yöne doğru kaymaya başladı. Hz. Muhammed sonrasında başlayan iktidar kavgalarının temelinde eski kavgaların izlerini bulmak mümkün mü? Yeni dinin mütevazi olma emri, sahip olduklarını infak etme hükmü uygulandı mı?
Emeviler ve Abbasiler zamanında başlayan saray hayatının baş döndüren eğlence ve zevk geceleri arasında halktan toplanan vergilerin üzerinde tasarruf hakkı olanların keyfiyetlerinin sonuçları cemiyette rahatlatma sağladığını kim söyleyebilir? İdareciler İslâm’ın emirlerini ölçü almayarak keyfi idarelerini alimlerin görüşlerine dayandırarak meşruiyet kazanmak istediler. Bu istek karşısında haktan ayrılmayan İmam-ı Azam meşru olmayan görüşlerine itiraz etmiştir. Ataları zenginlikleriyle istediklerini satın alıyorlardı. İmam-ı Azam bu istekler karşısında kaya gibi durarak yaptıklarının/istediklerinin dayanağının gayrı meşru olduğunu savundu. Kendisi de zengin olmasına rağmen onları safında durmadı. Emevi ve Abbasi halifeleri halkın nazarında itibarlarını kaybetmişlerdi. Halk nazarında itibarı yüksek olan İmam-ı Azam’dan alacakları kendileri için uygun olan bir görüş itibarlarını geri getirebilirdi. Kendisine teklif edilen dünyevi her türlü teklifi red etmiş bunun neticesinde hapse atılarak kırbaçlanmıştır. Ebu Hanife mali durumu oldukça güçlüydü. Kadılık teklifini red etmesi idarecilerin adâletle idareyi maslahat etmediklerindendir. Abbasi halifelerinden de aynı muameleyi görmüş halifelerin isteklerine göre hareket etmediğinden şehit edilmiştir.
Orta çağ Avrupası da derebeyleri ve kilise ileri gelenlerinin iş birliği ile halk köleleştirilmişti. İtibar ve servet hırsı sadece devlet yöneticilerini ideali olmamış aynı zamanda kilisenin de tercihi olmuştu. İtibar ve servet avcılarının halk nazarında meşru görünmek adına dini değerleri öne sürmeleri boşuna değildir. Dini değerlerin sorgulanması veya akıl yürüterek itiraz edilmesi dünyevi ve uhrevi yaptırım tehlikesi altındaydı. Bunu en iyi kullananlar kilise görevlileri olmuştur. Kapitalizm’in Ruhu isimli eserin sahibi Max Weber kitabını Protestanlık mezhebinin kutsal değerleri arasında sayması boşuna değildir. Kapitalizm Ruhunu Protestanlık ahlakına dayandırması insanlık tarihinden bu yana insanların dini değerler karşısında saygılı davranmasının bir sonucu olarak düşünülmelidir. Halk nazarında itibar kazanmak ancak dini değerlerin her icraatta sıkça kullanılması sayesinde gerçekleşir. Devlet görevlilerinin ideal amacı halkın dünyevi ihtiyaçlarını kâmilen karşılamaktır. Devlet halkın dini ihtiyaçlarını/vecibelerini karşılayacağı sistemi (pagan kültürler dahil) insana yüklememiştir. Weber zengin olmak için dini yani Protestanlığı araç olarak kullanmış ve sonuçta kapitalizm ortaya çıkmıştır. Zenginin daha çok (sonu belli olmayan) fakirin daha çok (sonu belli olmayan) fakir olduğu bir sistem ortaya çıkmıştır. Roma Katolik kilisesi tarafından Luthercilere/Kalvencilere verilen bir isim olan Protestanlık aklı önceleyen aklı ve mantığı ön plana alarak klasik dönemdeki düşünce sistemlerine yani kilise baskısına karşı çıkılmıştır. Aklın öncelik aldığı yeni düşünce sisteminde gelenekçi metafizik öğretileri ötelenmiştir. Weber insan fikrinin gelişmesini ekonomik gelişmelere bağlar. Weber dinin toplumun gelişmesini sağlayabileceği gibi geriletebileceği inancındadır. Tarihten örnekler vererek teorisini ispatlamaya çalışmıştır. Teorisinin taraftarı olduğu gibi aleyhtarı olan görüşler vardır. Weber zengin olmanın teorisini yazmıştır.
Zenginliği eşit bir şekilde dağıtmak adına ortaya çıkanlar da olmuştur. Parlak vaatler ve adâletsiz yöneticilerin yanlışları sonucunda halkın desteğini alarak yönetimi ele geçirmişlerdir. Yönetimi ele geçirdikten sonra da verdikleri sözlerde durmayarak adâletsiz davranarak şahsi zenginliklerini pekiştirmişlerdir. Yaptıklarının sonunda arkalarında kan ve gözyaşı bırakarak çekip gitmişlerdir.
Cengiz Han’da sahip olduğu zenginliklerle ölümsüz olmak için çabalar gösterenler arasındadır. Bunun için Çin’den getirttiği otacıların tavsiyelerinden birinin ihtişamdan zevk ve safahattan uzak durulmasını istemiştir. Sahip olduğu hazineler ölümsüzlüğünü sağlayamamıştır.
İlk insan ile günümüz arasında geçen zaman içinde zengin olmak hayali hiç bitmedi. Bundan sonra da bitmeyecek gibi görünüyor. Masum kisvelere bürünerek zenginlik peşinde koşanların meşru olmayan yolda olduklarını ancak aklını kullanabilenler sorgulayabilir. Daha çok malı kendisi akrabası aşinaları arasında meşru olmayan yoldan elde ederek müktesebatına geçirenler, mahzun gönüllerin kanamasının müsebbibidirler. Kutlu değerlerin arkasına saklanarak saltanat icra edenlerin istikbalde nasıl anılacaklarına bakmak gerekir. Çok zengin olmak hırs haline aldıysa o hırsın önünde vicdan, din, ahlak gibi kutlu değerlerin kıymeti sadece kendi amacına hizmet ettiği kadar olur.
Ahlaki değerlerin tefessüh ettiği veya azaldığı cemiyetlerde kaynağı ne olursa olsun zenginlik karşısında büyük saygı duyulduğu gerçektir. Nitekim büyük çaplı soygun veya talan yapanların statüleri buna delalet eder. Daha az olanı müktesebatına geçirenin de kıymeti olmaz. Ziya paşa kendi dönemindeki yolsuzluklara değinirken bir beytinde bundan bahsetmiştir. Milyonla çalan menend-i izzete ser efraz/Birkaç kuruşu mürtekibin cây-ı kürektir.
Ünvanı makamı dini cinsiyeti kim olursa olsun benim dediklerinin hepsini geride bırakıp gidecektir. Hz. Süleyman’ın sahip olduğu kudret kimsede olmamıştı. Kral ve Peygamber olarak insan haricindeki canlılarla istişare edebiliyordu. Hiçbir güç kimseyi son seferinden alıkoyamaz. Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman/Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.
Dünyanın nimetlerinden daha çok istifade etmek hırs haline geldiğinde meşru olmayan yollara tevessül edileceği açıktır. Zengin olmak hırsı zillete düşürebileceği gibi bütün değer yargılarının yok bahasına tüketilmesine vesile olacağını unutmamak gerekir. Şeyh Sadi “Eksik olsun zilletle elde ettiğin yemek. Tenceren kaynıyor ama şerefin devrilmiş” der. Kime ne lazımsa onun peşinden koşar.
Bütün nizamsızlıklara rağmen elimiz, dilimiz ve gönlümüzle meşru olmayan davranışlara karşı koymak vicdani ve insani mesuliyetimizdir. Zenginlik istemeyelim mi? Elbette isteyeceğiz. Hz. Peygamber duasıdır. “Allah’ım harama bulaşmaktansa, helal kıldıklarınla yetineyim. Beni lütfunla zengin kılarak senden başkasına muhtaç eyleme”

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ