MÜTEVAZİ BİR KALEM: ŞERİF AYDEMİR

MÜTEVAZİ BİR KALEM: ŞERİF AYDEMİR

Mehmet Ali TALAYHAN

 

Onu daha ilk gördüğünüzde arada kelâma ihtiyaç duymadan hakkında az çok bir kanaate varabilirsiniz.
Yere doğru akıp giden ama besbelli yorgun endamı, üzerine senelerin ağırlığı oturmuş titrek omuzları, sakin ve vakur tavrı karşısındakine anlamlı bir fotoğraf vermekte gecikmez. Bilhassa süzen bakışlarının size söyleyecekleri vardır. Beklersiniz. Sanki birazdan yaşlanmış ama eskimemiş bir sinema veya tiyatro sanatçısının tecrübeleri, birikimleri, anlayışları önünüze akacaktır. Bakışlarında kümelenmiş sorular, replikler ve anlamlarla yoklanacaksınız.
“Acaba bu adam gözleriyle mi düşünüyor, konuşuyor, hayata tutunuyor?” demekten kendinizi alamazsınız bir süre.
Hep kızarık bekleyen kahverengi gözlerine, yazdığı hikâyelerin kahramanları doluşmuş gibidir. Ama bilirsiniz ki, o karakterler umutlarını yitirmezler. Yanlarında iyilik ve sevgi taşırlar. Olmadık bir zamanda, dumana boğulduğunuz bir kuytuda size ferah pencereler açacaktır. Sırtını asırlık çınara dayamış bir bilge, sözü kıvrak bir ozan gönül telinize dokunacaktır.
Şerif Aydemir’den bahsediyorum.
Hikâyeciler hikâye karakterlerine kendi hayatlarından bölümler koyuyorlar mı bilmiyorum. Şerif Aydemir, hikâyelerinde soylu ve kadim bir sevdayı anlatır. Hayatı ve insan hallerini resmeder. Yaşadığı coğrafyayı, doğup büyüdüğü şehri adeta kutsar. Toprakla, gökle, dereyle ırmakla kaynaşır. Ağaçla, çiçekle, böcekle sevişir. Dağın kurdu kuşuyla hasbıhâl kurar. Nere giderse gitsin türküsü vardır. Uzun havası, hoyratı, barağı, bozlağı… Bu türküleri, halayları, barları, horanları heybesine kor kimi zaman Karacaoğlan’la, Yunus’la; kimi zaman Seyrani’yle, Sümmanî’yle yollara düşer.
Dağ üstüne dağı koysam dağ olmaz
Ah çekenin yüreğinde yağ olmaz
Yüz yaram var hiç birisi sağ olmaz
Konma bülbül konma mezar taşıma
Bu genç yaşta neler geldi başıma

Elektronik aletlerin hızlı gelişmesi hayırlara vesile olduğu da oluyor. Kısa zamanda en ulaşılamaz insana ulaşma ve tanıma imkânı da bunların arasındadır. Şerif Aydemir’i de bu yolla tanıdım. Bir daha da kopamadım. Kopamadım demem elektronik haberleşme ile yazılarını hikâyelerini ve sonradan da hikâye kitaplarını takip ettim. Yüz yüze tanışmadan öncede gönlümüzün birbirine aktığını hissediyordum. İlk tanışmamız sırasında bana Nurettin Gezer’i sormuştu. Bir ara “Aluça” nedir, onu da herhalde bilirsin demez mi? Anladım ki tabiatı, coğrafyayı, ağaçları, dağları, gölleri, dereleri, düzlükleri hatta bozkırın çiçeklerini dahi hikâyelerine kelimelerle resmeden birinin maziye kökleri ile bağlı olduğunu. Bozkırda yetişen bir çiçeği birbirine kavuşmalarını simgeleyen iki aşığın sembolü olarak tarif etmesi akıllara Anadolu irfanın hala devam ediyor olduğunu göstermektedir. Güher Kız Çiçeği adlı hikâyesi ile de esatir hikâyelerindeki tadı getirir damağımıza bulaştırır.
Şerif Aydemir, kültür hazinemizin yaşayan son temsilcilerindendir. Bir zamanların unutulmaz sinema sanatçıları Sadri Alışık, Erol Taş ve başka sanatçılarla yakınlıkları onların hayata bakışlarını kelimelerle resmeden yazıları başlı başına büyük kıymet taşıdığı ileriki zamanlarda daha iyi anlaşılacaktır. Son zamanlarda ise “Not Defterimden Süzülenler” üst başlıklı seri yazıları cemiyet hayatımızda bir daha rastlaşamayacağımız mühim bilgiler yanında olmamız gereken ile olduğumuz zamanın arasındaki tıkanmışlıkları da ilaç olarak önümüze koymaktadır.
Elinde bir bez torbanın içinde kitap taşıyan birini görürseniz bu Şerif Aydemir’dir. Torbası yanında yoksa paltosunun veya ceketinin cebinde mutlaka bir kitap vardır. Beğendiği kitaplardan alır dostlarına hediye eder. Kendi yazdığı kitapları kayda değer bulmaz, sözünü etmez, mecbur kalınca da mahcubiyet duyar, sıkılır. Yazdıklarına anlamlar yüklenerek övülmesi bir de yüzüne karşı yapılması onun için dayanılmaz bir işkence gibi olduğu her halinden belli olur. Kitap taşıması ve dağıtması dostlarının halini sormak onlarla anı yaşamak paylaşmak veya öğrenmek içindir. Bu yaşa gelmiş insan hâlâ neyi öğrenecek demeyin sakın. Şerif Aydemir’e göre ömür son nefese kadar öğrenmek ve hayrete düşmek için vardır.
Devam ettiği mekânlar arasında Türk Edebiyatı Vakfı, Yazarlar Birliği, Türk Ocağı, ESKADER, Ötüken Neşriyat, Akıl Fikir Yayınları gibi bilinen yerlerdir. Söz ve sohbet salonlarının müdâvimidir ama ortalarda ya da arka sıralarda oturur ve sohbet bitince bir iki dostuyla selamlaşır, geldiği gibi sessizce kalkar gider. Hiçbir yerden eli boş dönmez. Tuttuğu notlarla, yeni sorularla, içinde yeni yeni kıpırtılarla süzülür akar kalabalık caddelere doğru.
Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı ve dostu Serhat Kabaklı’nın odasına elinde kitap dolu bir bez torba olduğu halde içeri girdi. Selam kelâmdan sonra 3. baskısı yapılan hikâye kitabını takdim etti. Serhat Kabaklı imzalamasını isteyince, “Kıymetli bir kitap değil, imzayı değmez” diyerek her zamanki gibi utanıp sıkılsa da Serhat Kabaklı ’ya ve bana ayrı ayrı imzalamak zorunda kaldı. RUHUMA SAPLANAN ŞEHİR isimli hikâye kitabı ilk defa 2005 yılında Ağın Haber Yayınları’ndan, son baskısı ise Akıl Fikir Yayınları arasından çıkmış. 114 sayfadan ibaret olan hikâye kitabı 10 hikâye ihtiva etmektedir. Hikâyelerin günlük konuları arasında geçim derdi, şehir hayatı, modernleşme, geçmişe bağlılık, tabiatın insan üzerine etkileri, yerde ve gökte ne varsa, kalemine ne sığdırabilmişse hepsinin hatırını kırmadan kelimeleri ile resimlemiş.
Bir çiçeğin adından bir sevda hikâyesi çıkarmak Anadolu irfanının işaretidir. Türkçe adların canlı cansız bütün varlıkların resmedildiği Anadolu’da çiçek dağ nehir adları üzerine efsaneler yazılması sıradan değildir. İnsanı toprağa toprağı vatana bağlayan, sevdiren, uğruna ölünen sevda olarak karşımıza çıkar. Munzur dağını, Murat ve Fırat nehirlerinin isimlerini lügatlerimizden çıkardığımızı düşünelim. Neler kaybederiz varın hesap edin. Coğrafyayı sevdirip vatan haline getirenler milletin yazarı şairi yani sanatkârıdır. Şerif Aydemir’de devrimizin mütehassıs kalem erbaplarından biri olarak coğrafyamızı bize hatırlatarak geleceğe adeta şerh düşürerek kayıt altına almıştır.
Günümüzde bir hikâye kitabının on yedi sene içinde üçüncü baskısını yapıyor olması hem üzücü hem de ümitlendirici olarak görülmesi tabiidir. Eskiyi anlatan eserlere rağbetin azaldığı bir zamanda böylesine bir eserin 3. Baskısını yapması umutlandırıcıdır. Ancak, asıl olan şimdiye kadar böyle bir eserin yirmi defa yeni baskısının yapılmış olması arzu edilendir. Kendi ifadesiyle zuhurata tabiyiz demekle iktifa edelim.
Ruhuma Saplanan Şehir bir hikâye kitabıdır. Şerif Aydemir’in Ötüken Yayınları arasında çıkan başkaca eserleri vardır. Ruhuma Saplanan Şehir bir zamanlar şehir olarak vasıflandırılan yerleşim yerine ilk defa gelen bir çocuğun gözü ile görmek gibi marazi olmayan safiyane bir bakış vardır. Çocuğun dünyasından şehrin insanların ilk gördüğü sinema afişlerinin hasılı bütün bir cemiyetin yapısı kendi zamanı içinde sorgulanmaktadır. Bahsedilen şehrin Elâzığ olması, şehirleşmenin ilk basamağı olan iki veya üç katlı evlerin caddelerin varlığı, burunlu otobüs ile yapılan ilk yolculuk gelecek için arşiv niteliğindedir.
Her hikâyenin taşıdığı bir mana mutlaka vardır. Bu mananın yüklendiği görevi yazar okuyucusuna verirken gönlünün sevgiye doğru kaymasını sağlayacak kelimeleri özenle seçmek zorundadır. Hikâyelerin taşıdığı manaların hedefi olarak okuyucu yaşanmış değerlerden kopması yeni nesil okuyucuları yorduğu ve ilgisiz kaldıkları malumdur. Ancak, manayı değersiz bulanlara inat cemiyet hayatının devamı ancak yaşanmış değerlerin varlığıyla idame edilecektir. Yazarımız bu hakikate bütün kalbi ile inanmaktadır. Şerif Aydemir, insanları yormak istemeyen bir alışkanlığa sahiptir. Kelimelerin himâyesine sığınır. Kendisi gibi mütevazı bir eda ile ve ısrarla kendi hakikatini işlemeye devam eder.
Şerif Aydemir, Türk sinemasının yıldızları ile yaptığı dostlukları anlatan denemelerinde aynı üslubu devam ettirmiştir. Erol Taş ile yaptığı sohbetlerin mevzusu aile, cemiyet, insan, tabiat ve mazi ile ilgili olduğunu okuyanlar gayet iyi bilir. Veya Sadri Alışık ile ilgili denemesinde de farklı bir açı olmasına rağmen insan sevgisi ve nihai sevginin nasıl başarılacağının yolunu kelimelere yüklediği manalarda bulmak mümkündür. Yüksek dereceden emekli bir devlet yetkilisinin şehir hayatının neticesi olarak yalnızlaşmasını anlatan denemesi bir uyarı gibi karşımızda durmaktadır. Yalnızlıktan bunalan emekli yüksek devlet memuru doğduğu toprakları insanlarını özlemektedir. Ancak bu hasretini paylaşacak kimseyi bulamamaktadır. PTT dağıtıcısının kendi topraklarına mensup olduğunu öğrenmesi ona yeni bir kapı aralamıştır. Kendi kendisine yazdığı mektubu postaneye verir. Bir müddet sonra posta dağıtıcısı bu mektubu getirdiğinde onu ısrarla içeri davet ederek eskileri konuşarak vakit geçirmesi bir ibret olarak okuyucuların gönüllerinde burukluk yaratırken derin düşünce ve tefekkür etmeye sevk etmektedir.
Şerif Aydemir, ses tellerindeki rahatsızlık nedeniyle operasyonlar geçirdi ve şu günlerde sesi kısık çıkıyor. Bir çocuğun topunun ardından koşması gibi bu kadar türkülerin peşine düşen adamda ses mi kalır? Hikâyelerinin ve denemelerinin belki hepsinde sayfalar ve satırlar ya bir türkü ya mâni ya tecnis gibi müstesna tezyinatla süslemesi bizi haklı çıkarıyor. Şairliği bir yana hikâyelerinin mazinin izlerini taşıyan güzel seslileri yad etmesi sevdiklerine duyduğu sorumluluk duygusundandır. Sesi sağlıklı iken güzel türkü söylediğinden çok eminim. Şimdi sesli türkü söyleyemiyor olmasına çok üzüldüğü muhakkaktır. O da derdini kalemine döküyor anlaşılan.
Hiç şüphe yoktur ki bütün olumsuz şartlara rağmen amasız fakatsız mana yüklü yazılar yazan yazarlarımızın varlığı geleceğe umut olarak bakmamıza vesile olmaktadırlar. Şerif Aydemir de bu müstesnalardan biridir

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ