ADNAN BAYDİLİ (GARA GARDAŞ)

ADNAN BAYDİLİ (GARA GARDAŞ)

Mehmet Ali TALAYHAN

Yaz sıcağına az kalmıştı. Nisan ayı olmasına rağmen temmuz sıcakları erkenden çökmüştü şehrin üstüne. Artarak çoğalan yüksek binaların gölgeleri bile sıcaktı. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen sıcaklar sanki pusudan çıkmış bir canavar gibi insanların üstüne atlıyordu. Binaların sıcak kokan gölgesi, ağaçların gölgesi serinlik vermiyordu.Sabahın erken saatleri olmasına rağmen iki kişi ceketleri ve kravatları ile görevli oldukları okullarına doğru yola koyulmuşlardı.

İkiside iki yıldan beri her sabah İsmet Paşa ilkokulunun önünde buluşup okula birlikte gidiyorlardı. Okul, şehrin en işlek caddesi olan Hürriyet Caddesi üzerinde bulunuyordu. Okulun önüne kim erken gelirse o diğerini bekleyecekti.Anlaşmaları öyleydi. Şimdiye kadar bu buluşmalarında hiçbir aksaklık olmamıştı. Bu iki kişiden bir Serhat Kabaklı diğeri ise Adnan Baydili idi. Adnan Baydili, devlet imkânları ile okumuş ve öğretmen olmuştu. İlk tayin yerinde bir müddet hizmet ettikten sonra ailesine yardım etmek amacıyla kendi şehrine tayin olmuştu.

Adnan, kara yağız orta boyun üzerinden biraz daha uzun, atletik, çevik, hafif çekik kara gözlerinin üzerinde zil gibi siyah gür kara kaşları ve başının üzerinde adeta bir taç gibi duran yüzüne boyuna uyumlu her zaman taralı siyah saçları ile sportmen bir yapıya sahipti.Bakışlarını anlamlandıran gözlerinin gülüşüydü. Gözlerin gülüşü onun gözleriyle tarif edilebilirdi. Gözleriyle karşısındakini kendisine çekerdi.

Masa tenisi oynarken etrafına toplanan seyircilerin topu bir o yana bir bu yana gidiş gelişlerinden başları dönerdi.  Bir kelebek gibi rakibinin hamlelerine karşı adeta uçarak topu karşı tarafa bırakırdı. Doyulmaz bir zevki hem yaşıyor hem de yaşatıyordu. Masa tenisi sevgisi kadar insan sevgisi ile doluydu. İnsanlara samimi davranması hâl hatır sorarken ya da elini sıkarken gözlerinin sıcaklığı muhatabının gönlüne akardı. İlk defa tanışanlar sanki yıllarca birlikte yaşamışlar gibi bir duyguya kapılırlardı.

Şehrin gençlerinin en büyük merakları arasında yörenin halk oyunlarını oynamaktı. O’da daha küçüklüğünden itibaren yörenin halk oyunlarını öğrenmişti. İlk okuldan başlayarak yüksek tahsil yaptığı okuldan mezun oluncaya kadar yöresinin oyunlarını hem oynadı hemde isteyenlere öğretmeye çalıştı. Şehrinin bir irfan elçisi gibi şarkılarını oyunlarını yanından asla ayırmadı. Görev yaptığı okullarda da öncülük yaptı. Öğretmenliği sırasında dost meclislerinin toplandığı sıralarda, düğünlerde, özel gecelerde, halk oyunlarının aranan oyuncuları arasındaydı.Yeni evlendiği sırada tayinin çıktığı şehrine göreve başlar başlamaz cemiyetlerin ve toplantıların en üzüntülü zamanlarında bile yüzünden eksik etmediği mütebessim çehresi sözü ve sohbeti ile gönülleri aydınlatıyordu.Henüz yirmi beş yaşındaydı. Sanki uzun zaman önce yaşamış ve tekrar dünyaya gelerek çevresini ışıklandıran sözleriyle en gergin ortamları hemen yumuşatması belirgin vasıflarındandı. Matematik öğretmeni olmasına rağmen konuşurken kelimeleri telaffuz edişi, düzgün cümle kurması,konuşmalarını şiirler ve beyitlerle süslemesi edebiyat öğretmeni edasındaydı.

Adnan, öğretmen maaşıyla ailesine yardım ederken faal olduğu derneklerin çatısı altında kendisinden istenen her fedakârlığa hiç itiraz etmeden katılıyordu. Dini duyguları hayli yüksekti. Her ne kadar çevresine bunu hissettirmezse de Allah, Muhammed ve Ali gibi isimler alenen telaffuz edildiğinde duygularını istemeden de belli ederken, başını boynundan kırar kalbine kara gözlerini diker, sağ elini kalbinin üzerine koyardı. Şehirde o hem yaşayan hem de asırlar evvelinden yaşamış olan bütün ulu kişilere karşı inanılmaz muhabbeti vardı. Onlar bizim gönlümüzün sultanlarıdır derdi. Sohbet meclislerinde bulunduğu sırada eskilerin tabiri ile “mûtûkable en-temûtû”hâli gibiydi. Hâlini yaşayanlardan ilhamlar alır, onları her daim ziyaret etmekten geri durmazdı. Şehrinin değerlerini şahsında yaşamaya gayret ederek bunun bir vicdan borcu, doğduğu topraklara borçlu olduğunu ifade ediyordu. Burada doğan bu değerlere saygılı olur, bu değerleri şahsında yaşarsa bütün Türkiye’ye örnek olur diye düşünüyordu. Milliyetçiliğin ancak yaşadığın ya da doğduğun yerleri severek o topraklar için bir şeyler yaparak başlayacağına ve böylece bütün Türkiye’ye yayılacağına inananlardandı. Türklük duygusu ile İslâm ahlakı, Adnan’da adeta sübut bulmuştu. Adnan’ın bir kızı vardı. Bir bebek daha bekliyorlardı. Yirmi beş yaşında ikinci defa baba olacağının heyecanını yaşıyordu.

Doğduğu ilçe Sivrice sırtını Hazar Baba dağına vermiş, önünde de her zaman suları mevsimlere göre mavinin değişen tonlarını barındıran sert olmayan dalgalarıyla Hazar Gölü bulunuyordu. Hemen derinleşen gölün suları yüzme bilmeyenler için tehlikeliydi. Balık mevsiminde gölden çıkarılan balıkların o bölgede yaşayanlar için lezzeti tartışılmazdı. Adnan da öyle düşünenlerdendi.

Hazar Baba dağının eteklerindeki çiçeklerin kokusu onlar için bu dünyanın cennetiydi. Adnan, Hazar Baba dağının eteklerindeki canlı cansız bütün varlıklarda aradığını bulan ona kavuşan sevdalı gibiydi.Hazar Baba dağının kekik kokan yamaçlarındaki bütün çiçekleri vatan coğrafyasının bir parçası olarak kutsal sayıyor, onlara bakarken kâinat kitabının kendisine ilham ettiği manevi havayı soluyordu. Çevresine anlattığı gönlündeki güzellikleri, derslerinde ve her fırsatta öğrencilerine de anlatıyordu.Coğrafyasınınâşığı olmuştu. Hazar Baba dağından Hazar Gölü’ne bakarken Türkistan’daki Hazar Gölü ile bizim Hazar Gölü’nün devamı mıydı? Diye hep düşünmüştü. Aklı erince eski yurdumuzun en büyük gölünün oranın insanları Hazar Denizi diye ünlendiğini büyüklerinin sohbetlerinde duymuştu. Bu vatanı yurt edenler de Hazar Denizi’nin bir küçüğünü getirip Hazar Baba Dağı’na eteklerine kondurmuşlardı. İyi de etmişlerdi,eski coğrafyamızı buraya taşıyoruz diye sevincini arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Kendi boyları olan Beğdili aşireti de büyüklerinin anlattıklarından duyduğuna göre Maveraünnehir’den gelip Sivrice’ye yerleşmişlerdi. Kendisi de bunu Faruk Sümer’in Oğuzlar isimli kitabında okumuştu.Coğrafyaya karşı sevgisi sadece Hazar Baba dağı veya Hazar Gölü değildi. Bütün Türkiye’yi sınırlarının dar geldiğine inandığı Türk milletinin yaşadığı diğer toprakları da görmemiş ama gönlü hep oralarda geziyordu. Serhat, Adnan’daki coğrafya sevgisinin kendisinde de aynı derecede olduğunu gördüğünde Adnan’a başka arkadaşlarına karşı beslediği sevgiyi aşan farklı bir gözle bakıyordu. İnsana ve coğrafyaya karşı sevgisi neredeyse aynı tutuyordu. Toprak üzerinde yaşayan her canlı mukaddes bir emanetti. Adnan, okulun açılış kapanış ve özel günlerinde öğrencilerine coğrafya sevgisi üzerinde sıklıkla durması ısrarcı olması tesirli olmuştu.

Yeni tayin olduğu okul hassas bölge olarak tarif ediliyordu. Nasıl olmasın ki hergün anlarca kişinin vurulduğu bir zamanda okula müdür olarak tayin edilmişti. Kurtarılmış bölge ile sınır olan okul,ortaokul olmasına rağmen bazı öğrencilerin inançları itibari ile hapsedildikleri örgüt hücrelerinde eğitiliyorlardı. Bu hücrelerde aldıkları eğitimi okulda öğretmenlerine kendileri gibi olmayan diğer arkadaşlarına karşı uygulamaya koyuluyorlardı. Bölge adeta diken üstünde duruyordu.Okulun bulunduğu yerin hücrelerin rasat alanı içinde olması,okulda kendilerinden olmayan herkesi tedirgin ediyor ve tetikte bekliyorlardı. Üstelik okulda öğretmenlerin büyük çoğunluğu hücre elemanı olarak veya onlara sempati ile bakanlarla doluydu. Adnan’ın hususiyle ilgilendiği öğrencileri arasında hücrelerde eğitim alan öğrenciler de vardı ve bunlar da yapılan faaliyetleri anında ilgili yerlere iletiyorlardı. Müsamereler, özel günler, bayramlarda bu öğrencilerde görevlendiriliyorlardı.

Okul, iki defa gündüz saatinde Adnan masa tenisi oynarken kurşunlandı. Kimseye bir şey olmamıştı. Hücreler ya eğitim yapmışlardı ya da göz dağı veriyorlar ya da isabet ettirememişlerdi. Bunun üzerine Arkadaşlarının ısrarı ile Adnan vilayetten bin bir zahmetle silah ruhsatı almış ve belinde silahını taşımaya başlamıştı.“Ben öğretmenim, vazifem insan eğitimidir, silah bana zor ve ağır geliyor” sözünü her zaman söylerdi. Silahın yüzü soğuk ve korkutucuydu. Adnan ise tam tersiydi. Silah ve Adnan iki zıt kutup gibiydi. Kuzey kutbu ile güney kutbu ne kadar birbirinden uzaksa O’da o kadar uzaktı.

Serhat, o gün Adnan’dan biraz erken gelmiş ve İsmet Paşa İlkokulu’nun önünde Adnan’ı beklemeye başlamıştı. Hava, sabah olmasına rağmen hem sıcak, hem de nemli gibiydi. Serhat’ın içi bunalmaya başlamıştı. Bir şey yemeden evden çıkmıştı. Okulda çay ve simit ile idare ederim diye düşünmüştü. İçindeki sıkıntıya bir anlam veremedi. Adnan’ın geleceği istikamete gözlerini dikti. Yola bakarken insanların telaşlı koşturmaları, seyrek de olsa arabaların sesleri, düşüncelerini değiştirmesine vesile oldu ki karşıda bulunan pastanenin camekânındaki poğaçalara gözleri takıldı. Adnan gelsin, beraber birer poğaça alır öyle gideriz diye düşündü. Elini cebine götürdü sigarasının olmadığını da fark etti.Adnan hele bir gelsin alırım, diye karar verdiği sırada birden Adnan’ı yanında gördü. Gardaş çok bekledin mi? Kusura bakma, biliyorsun benim evim seninkinden daha uzak, geciktim ama vaktimiz var, hadi gidelim daha öğrencileri içeri alacağız. İçeri zili çalmadan onlara konuşma yapmam lazım. Sene sonu yaklaşıyor zayıfları olanlar var, onlarla ilgilenmem gerekiyor. Hadi gidelim demişti. Serhat ise; şu pastaneden birer poğaça alalım da öyle gidelim dediysede Adnan,Serhat’ın koluna yapıştı, hadi ancak gideriz, hem şu ara sokaktan gidelim daha yakın demişti. Serhat, normal yoldan gidelim diye içindeki sıkıntıyı hatırlayarak ısrar etti ancak Adnan buradan daha çabuk gideriz demişti.

Sokağa girmeden evvel birkaç dakika konuşmuşlardı. Adnan, mütebessim yüzü gülen gözleri ile Serhat’ı rahatlatmıştı. Ara sokakta biraz ilerlerken, Serhat benim sigaram yok şu bakkala girelim sigara alalım öyle gidelim dedi. Adnanben biraz hızlı gideyim sen arkamdan yetişirsin diyerek ayrıldı.

Serhat, Adnan’ın arkasında bakarken yüreğini burkan sıkıntıyı daha fazla hissetmeye başladı. Neydi bu sıkıntı evden bir şey yemeden çıktığına yormak istedi olmadı, sigara içmemişti daha oda sıkıntısını dindirmedi. Doğum sancısı gibi gittikçe kabarıyor dışarı çıkmak istiyor,biri yüreğini yarsa eliyle tutup çıkarsa ne olurdu. Adnan da ne vardı önce gidecek, iki dakika sürmezdi şurada birlikte bir iki laf ederdik belki sıkıntım da giderdi. Bakkal bozuk para derdindeydi iş bir iki dakika uzadı, paranın üstünü aldığında yüreğindeki sıkıntı artarak devam ederken dışarı fırladı. Patlayan kalbi miydi? Ayaklarının yerden kesildiğini ya da yer yarılmış içine girmiş boğazına kadar kara toprağa girmiş gibi sol elinde sigara paketi ile kaldığını zannetti. Siyah taşların üzerinde yatan Adnan mıydı? Yoksa yüreği miydi? Kan akmıştı siyah taşların üzerine Adnan’ın paçasının arasından taşların üzerine, siyah taşlar kızıla boyanmıştı. Yüreğinin aktığını, akan kanın kendi kanı olduğunu düşündü. Ey kalbim bana ne yaptın öyle? Elime tutuşturduğun bu kan nedir? Niçin Gara Gardaş, niçin yatarsın ya niçin yüreğimin kanını akıtırsın? Serhat, kucağına aldığı kızıla boyanmış mütebessim yüzde kendisini gördü. Adnan mütebessim duruyordu. Erken gidiyorum Serhat kardeşim, elbet bir gün buluşacağız. Sevdiklerimizin yanında olacağız. Sıcaklık gittikçe artıyordu. Serhat, artan sıcaklığı kucağındaki Adnan ile birlikte daha çok hissetmeye başlamıştı. Adnan, Serhat’a dönerek “Gardaş yüreğimiz hep sıcak kaldı” demişti. O sıradahızla koşarak ara sokaklara sapanın kim olduğunu anlamıştı. Bu kadar mıydı? Birlikteliğimiz yol arkadaşım, kol arkadaşım, ülkü arkadaşım Gara Gardaşım ben şimdi ne yapacağım? Sana Türkü yakmak bana mı kaldı? Gök döndü, koca binalar üzerine gelmeye başladı. Başında toplananlar Adnan’ı Serhat’ın kucağından alarak kalbindeki sıkıntıyı arttıran çığlıklar atan araca bindirdiler. Arabanın arkasından bakakaldı. Yüreği yerinden çıkıyormuş gibi yüzüne, eline koluna yapışıyordu. En sonunda kalbi diline vurdu dilinden bu mısralar çıktı.

Gara daşlar ak topuğa gan eyler

Valla gara gardaş gün kara gündür

Soysuz biri bir derdimi bin eyler

Valla gara gardaş gün kara gündür

Gara daş üstüne kara yazılar

Gara daş altında körpe kuzular

Sızılar sızılar içim sızılar

Valla gara gardaş gün kara gündür.

(Serhat Kabaklı’nın şiiri Esat Kabaklı’nın bestesi ile Adnan’ın fikri kıyamete kadar yaşayacak.Göreve giderken şehit olan Adnan Baydili’nin adı niçin bir okula verilmez?)

*27.04.1979 günü Adnan Baydili görev yeri olan Müdürü olduğu Elazığ Devrim Ortaokulu’na giderken,kendisine eğitim verdiği yardım ettiği hücrelerin talimatına uyan öğrencisi tarafından yukarıda anlatıldığı gibi şehit edildi. İlk değildi. Son da değildi. Senelerce böyle bir yazıyı okumayı umut etmiştim. Kendisine daha yakın olan arkadaşlarından eli kalem tutanlar vardı. Çıkmadı. Artık dayanamadım. Bende içimdeki Adnan sıkıntısını nasıl rahatlatırım diyerek çalakalem yukardaki yazıyı yazdım. Unutulsun istemedim. Çok şeyi unuttuğumuzu da biliyorum. Vefat yıl dönümünden bir ay geçti. 27 Nisan günü yazmayı düşündüm belki yazan olur diye yine bekledim. Kısmet bugüneymiş (29.05.2022).Aradan kırk üç sene geçti. Kan davası peşinde olmayız. Ancak, millet hakkının peşinde olur.

adnan baydili

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ